Thursday, June 30, 2011

Labirent

Bellek ve anılar üstüne küçük bir öykü. Şuursuzlaştığım bir sırada bir dergiye yollamışlığım da var bu kısa öyküyü. Keyifle okuyun inşallah.


Labirent


Çilek-sopa, kestane-çubuk, hünkar beğendi – değnek, şinitzel – budak...”

Dede başı önde, gözleri adımlarını sayar vaziyette soluk yeşil karolarla kaplı mutfaktan salona geçerken fısıltıyla mırıldanmaya devam ediyordu. Neredeyse her adımına bir kelime çifti denk gelecek ritmi yarı yoldayken tutturmuş, salondaki emektar berjere varmasına yakın göz ucuyla dar ve uzun holden beliren küçük torunu görmüş, istemsizce ama kayıtsızca başını hafifçe sağa doğru çevirmiş, görüş alanında beliren muğlak figuru zihni kaydetmiş ama asıl hedefi olan bordo berjere doğru seyirtmesine devam etmişti. Kısa seyahatinin sonunda artık varlığını kanıksadığı koltuğa olabildiğince rahat yerleşti, neredeyse kasvetli bir ciddiyetle sağ bacağını solun üstüne attı, gözlerini kapattı ve mırıldanmaya devam etti. Oturmuştu, artık yürümüyordu, dolayısıyla tekdüze mırıldanmasına tempo vermek işi ancak dikkatle bakınca farkedilecek kadar hafifçe salladığı sağ bacağına kaldı.

Mehmetçik – kum taşı, Mekteb-i Sultani – granit, Boğaziçi – mermer...”

Dışarıdan sadece yarı otomatik bir mırıltı yaşlı adamın tüm zihin gücüne talip, yoğun bir egzersizdi. Hayatı boyunca olduğu gibi şaşmaz bir disiplinle kafasında canlandırdığı tanıdık imgelere bir arkadaş sözcük eklemeye devam etti. Tempo tutmanın işe yaradığını yeni keşfetmişti, daha bir kaç gün önce.
Dedesinin mutfaktan salona uzanan baş-önde-uygun-adım-marş geçişini izleyen Torun vaziyetin farkındaydı. Komşusu çıtlatmıştı bir kaç hafta önce. Bu gün de Dede telefonla arayıp ‘ehemmiyetli meseleleri konuşmak’ için çağırınca şüphe kalmamıştı. Endişeliydi. Bu adama bir şeyler olmuştu. Kendi kendine mırıldanmak da neyin nesiydi? Aynalar neredeydi? Evin tüm pencerelerini örten kalın perdeler nereden çıkmıştı? Salondaki antika büfenin üstünü süsleyen kalın düz cam neredeydi? Ayakları ve kapağı oymalarla süslü içki dolabının camlı kapağı neden çiçekli kaplama kağıdıyla kaplıydı? En önemlisi, en affedilmezi, en anlaşılmazı, en endişe verici olanı, eskiden her santimetrekare düz yüzeyinde bir fotoğraf çerçevesi olan çocukluklarının geçtiği bu evdeki tüm fotoğraflar neredeydi ? Sahi, bütün ev neden ağır bir oda ferahlatıcısı kokusuyla kaplıydı?

Münibe hanım – talaş, Süleyman çavuş – kol, Piç Osman – su, Salih – tatar...”

Şüphelerini doğrulayan işareti bulmakta gecikmedi Torun. Yaşlı maun çalışma masasının üstünde duran neredeyse aynı derecede yıpranmış kartvizit, boşu boşuna orada değildi.

Doç.Dr. Y.L
Hafsala ve hafıza hastalıkları uzmanı

Torun içindeki sıkıntıya rağmen bir esrarı çözmüş olmanın verdiği tatmin duygusuna teslim olmaktan alıkoyamadı kendini. En azından kesinlik duygusunun emniyetine sığınabilirdi. Önündeki olasılıklar canını sıksa da, en azından neyin ne olduğunu anlamıştı ya bir kere. Hatırlayabildiği kadar geriye gitti, Proustesk bir hafıza nöbeti geçirme arzusuyla kendini bildi bileli pek sevdiği yaşlı adamın merkezinde olduğu anılarını çağırdı bilincine. İleride, bakımevlerinden muayenehanelere koştururken destek olsunlar diye sıraya girmeye zorladı zihninin her köşesinden çağrıya cevap verip çıkıp beliriveren görüntüleri, sesleri, ve, ve, kokuları. Kahvaltıdan sonra dedesinin kapısında belirdiği andan itibaren tam üç saattir evdeydi torun. ‘Ehemmiyetli mesele’nin çok da ehemmiyetli olmamasını umarak biricik Dede’sinin peşinde dolanarak geçirmişti o üç saati. Gözlerinin gördüğüne zihninin getirdiği yorumları reddetmeye çalışarak yaşlı adamı göz hapsinde tutmuştu.
Adam, gözümün önünde beni de ailenin geri kalanını da siliyor hayatından” diye geçirdi derinden gelen bir sızıyla Torun. Fotoğraflarla beraber bir zamanlar belki onunla gurur duyar diye getirdiği üstünde insanın kendi yansımasını görebildiği parlak atletizm kupaları gitmişti. Hemen her odada en az bir tane olan yağlı boya aile resimleri, portreler gitmişti. Anlatılana göre Dede’nin destansı ve fırtınalı bir aşk yaşadığı Nine’nin salonun baş köşesindeki portresi gitmişti. Koca evde, Torun’un daha önce hiç görmediği çerçeveli bir fotoğraf asılı kalmıştı duvarda. Bir kadınla ona hafifçe arkadan destek olarak yaslanan bir adamın fotoğrafı, hiç tanıdık gelmeyen kimselerin, Torun’a göre hiç bir özelliği olmayan, fotoğrafçıların vitrinlerine layık odanın yaşlı sıkıcılığına kasvet katmaktan öte bir işe yarmayan fotoğrafı. O denli sıkıntılıydı, son üç saatte yaşadıklarından o denli sarsılmış bir haldeydi ki fotoğrafa anlam vermeye dahi kalkmadı. Dede umutsuz vakaydı. Deli doktoruna gidecek kadar kafayı yemiş, kendini bildi bileli ağzından ve belli ki aklından hiç düşürmediği Nine dahil herkesi tek bir iz kalmamacasına silip atmıştı. Eve girdiğinde Dede’nin kimbilir ne zaman söktüğü aynasının soluk bir iz bıraktığı ayakkabılığa bırakıverdiği ceketini alıp çıkmaya davrandığı sırada içeriden Dede’nin yaşlı ama berrak sesiyle seslendiğini duydu. Son darbe güçlüydü.

             “Bir şey mi istemiştiniz evladım?”

Neden evde olduğunu bile bilmediği genç yabancı gittiğinde Dede egzersizine kaldığı yerden devam etti. Önceki sabah Doç.Dr Y.L tavsiye etmişti hemen kötü haberi verdikten sonra.

"Nadir bir hafıza hastalığına yakalanmışsınız. Sebebi bilinmiyor, tedavisi de yok. Ama vereceği zararı azaltabiliriz. Yalnız...nasıl desem...çok çalışmanız lazım, çok disiplinli bir şekilde tüm belleğinizi yeniden oluşturacaksızınz."

"...."

"Bu hastalık, travmaya bağlı olarak gelişir, başınızı vurduğunuzu söylemiştiniz değil mi, ve zamanla etkisi artar. Şöyle anlatayım: Belleğimizdeki her şey birbirine bağlıdır. Bu hastalıkta önce bir anı yok olur. Sonra onun bağlantılı olduğu diğer anılar gitmeye başlar. En fazla değer verdiklerimiz en fazla bağlantıya sahip oldukları için onlar en çabuk giderler. Eğer hastalık çok sevdiğiniz bir insanın anısına ulaşırsa benliğinizi bile kaybedebilirsiniz."

"Eeee, çözüm?"

"Tam çözümü yok. Pek çok şeyi kaybedeceksiniz. Ama en sevdiklerinizi, asla unutmak istemediklerinizi korumanın bir yolu, eski bağlantıları kırmak ve tamamen yeni bağlantılar oluşturmaktır. Size unutmak istemediklerinizi hatırlatan herşeyi yok edeceksiniz. Onları sürekli alakasız şeylerle ilintilendireceksiniz. Koku en kuvvetli duyudur, tanıdık kokulardan kaçacaksınız. Resimler, hatırlatacak herşey gidecek..."

Dede doktordan eve dönerken rutinini kurmaya başlamıştı. Marketten onu en fazla rahatsız eden oda kokusundan on kutu aldı. En fazla korktuğu ona Nine’yi anımsatacak şeylerin hepsini yok edememekti. Diğer herşeyden vazgeçebilirdi ama Nine’nin anısından asla. Kendi yüzünü bile görmemeliydi, kendi aksi bile O’nu hatırlatabilirdi. Nine’yi ve kendini bağlayacak yeni bir anı parçacığı yaratması lazımdı. Unutmamak için, unutması gerekecekti, küçük paşasını, Torun’u bile. Artık telaşa varan bir aceleyle eve doğru yürüken ParlakFoto’nun vitrinindeki fotoğrafı gördü.

Wednesday, June 29, 2011

Çeviri fındık fıstık değildir!


Yine Koridor yayınları, yine bir polisiye

Önce İngilizce orijinalini verelim:

The eponymous nut tree, along with the region's prosperity, was long gone.

Bu da Türkçe çevirisi:

Bölgeye adını veren fındık ağaçları, bölgedeki zenginlikle birlikte yok olup gitmişlerdi

Sanki pek bir problem yok gibi duruyor değil mi? Tekil olan ağacı çoğula çevirmek dışında bir kusur yok. Onu da artistik bir tercih olarak kabullenebiliriz. Nut da hem ceviz, fındık, fıstık gibi kabuklu yemişlerin genel adı hem de açıkça başka bir yemişten bahsettiğimiz belli değilse fındık yani hazelnut yerine kullanılıyor. Biraz daha açalım: Eğer hangi yemişten bahsettiğimiz çok bariz şekilde belliyse, örneğin tek bir tabağın içinde ceviz varsa ve başka çerez yoksa pass me those nuts diyebiliriz. Ya da mesela karışık çerez tabağının içeriğinden nuts diye bahsedebiliriz. Eğer hiçbir ön bilgi yoksa nut deyince ya jenerik bir yemişten ya da fındıktan bahsettiğimizi varsayabiliriz. O halde bu yazıya konu olacak bir çeviri problemi yok diyebiliriz. Taa ki ismini fındık ağaçlarından alan bölgenin adını öğrenene kadar!

Yukarıda alıntıladığım cümleye kadar dört beş ayrı yerde bu bölgenin adı anılıyor. Kahramanımızın yaşadığı sakin banliyö yerleşimi, Walnut Crossing yöresinde yer alıyor. Yani Ceviz Kavşağı’nda oturuyor kahramanımız.

Ceviz kavşağına adını veren fındık ağaçları!

Bir de üstüne üstlük bu fındık ağaçları fındığın pek bulunmadığı bir bölgede, Amerika’nın en soğuk yerlerinden olan Kuzey Doğusunda kavşaklara isim veriyorlar. Amerikada fındık üretimi var, ama Pasifik kıyısındaki eyaletler (özellikle Oregon) ile sınırlı. Kuzey Doğu biraz fazla soğuk geliyor.

Bu önceki yazımda bahsettiğim kadar hikayenin bütünlüğüne kasteden bir hata değil belki ama çevirmenin (ve editörün) özensizliğine, dile ve çevirdiği eserin içinden çıktığı kültür ve coğrafyaya yabancılığına sadece tek bir cümleyle mükemmel bir örnek teşkil ediyor.

Wednesday, June 22, 2011

İki harf, bir kısaltma, ve orantısız anlam kaybı

Bu yazımda sadece iki harften oluşan bir kısaltmanın yanlış çevrilmesinin koca bir hikayenin atmosferini nasıl etkileyebileceğinden bahsedeceğim. Konu mankenimiz ise künyesi aşağıda verilen polisiye.




Kitap: Aklından Bir Sayı Tut
Yazar: John Verdon
Çevirmen: Cemile Özyakan
Yayınevi: Koridor

Kısaca kitabımızdan bahsedelim. (Kitabı okumaya niyeti olanlar için aşağıdaki yazı ufak tefek spoilerlar içerebilir ama hikayenin düğüm noktalarıyla alakalı bir ipucu yok, merak etmeyin) Aklından Bir Sayı Tut (Think of a Number) kaba hatlarıyla benzerleri nden fazlaca bir üstünlüğü ya da zayıflığı olmayan bir polisiye. Bir seri katili ve peşindekileri konu ediniyor. Benzerlerinin kurgu yapısını paylaşıyor, ufak tefek keşiflerle anlatımına ilginçlik katmaya çalışıyor. Asıl marifeti esrar örgüsünde değil, yani asıl merak ettiğimiz katilin kim olduğundan ziyade zamanla etkileyiciliği artan cinayetleri. Tipik bir gereğinden akıllı, gereğinden rahatsız, gereğinden detaycı bir sosyopatla karşı karşıyayız anlayacağınız. Baş kahramanımız ise evliliği sorunlarla sarsılan yeni emekli New York Polis Departmanı'ndan emekli detektif Dave Gurney. Emeklilik hobisi seri katil fotoğraflarını photosoplayarak içlerindeki katili daha belirginleştirip “sanat eseri” haline getirmek.

Bundan sonrasını okuyucumuza bırakalım ve çeviriyle ilgili derdimize gelelim. 173. sayfadayız. Kahramanımız Dave Gurney polis merkezinde bir toplantıya katılacaktır. Problemli zenginler ve ünlüler için bir çeşit rehabilitasyon merkezi işleten ve aynı zamanda yazar olan eski okul arkadaşı öldürülmüş, öldürülmeden önce Gurney'den yardım istemiştir. Bu yüzden, belki tecrübesi ve maktule olan yakınlığı ile bir faydası dokunur diye soruşturmadan sorumlu polis şefi Gurney'in de toplantıda bulunmasını ister. Toplantıya katılanlar sadece polis şefi ve Gurney değildir. Odaya giren üç kişiden birisi bize sayfa 173te şöyle tanıtılıyor:

Ordu departmanından Sheridan Kline”. diye fısıldadı. “Yönetici Kline olmak istiyor.”

Bu tanıtımdan ne anlıyoruz? Bu cinayetle ilgilenmek üzere ordu mensubu birisi görevlendirilmiştir, bu işinin adı Sheridan Kline'dır ve Kline yönetici olmak istemektedir.

Acaba ordunun böyle bir cinayetle ne ilgisi olabilir? Yoksa askeri sırlara vakıf bir kişi midir maktul? Tahminimizden çok daha derinlere, Amerikan askeri-sanayi kompleksine doğru mu akacaktır hikaye? Başkanlara suikastlar düzenlenecek, derin devletin çivisi çıkacak, sıradan bir polisiye olarak başlayan öykü koca bir komplo teorisine mi dönecektir? Sahi, sayın ordu mensubumuz Sheridan Kline kimi ya da neyi yönetmek istemektedir?

Ortada hikayenin gidişine ait değilmiş gibi gözüken bir şeyler var. Hem sonra ordu departmanı da garip bir tabir değil mi?

Bir de kitabın asıl dilinde aynı ifadenin nasıl geçtiğine bakalım:

"DA Sheridan Kline," said the whisper. "Wants to be Governor Kline."

Anlıyoruz ki çevirmene ordu departmanı ifadesini çağrıştıran kısaltma DA'dir. Yönetici ise governor.

Aslında iki çeviri de tamamen yanlış değil. Kısaltmalar listelerinde ( örneğin: http://www.abbreviations.com/DA) DA için verilen açılımlardan birisi de Department of Army'dir. Yani Kara Kuvvetleri Komutanlığı (ya da bakanlığı). Ama aynı kısaltmanın bir başka, ve çok daha sıklıkla kullanılan açılımı ise District Attorney, ya da District Attorney's Office. Hemen hemen, bölge başsavcısı, bölge başsavcılığı demek. Bir cinayet soruşturmasından bahsettiğimize göre sanırım Sheridan Kline'ın bölge başsavcısı olma ihtimali daha kuvvetlidir.

Aslında durumdan çıakrım yapmaya hiç gerek yok. Ortada bir de dilbilgisi hatası var. DA kısaltması Department of the Army haliyle kullanıldıysa bir kişiye sıfat oalrak eklenemez. DA Sheridan Kline, Ordu Departmanı (Kara Kuvvetleri Komutanlığı) Sheridan Kline olur ki tamamen anlamsızdır. Oysa DA Sheridan Kline, District Attorney Sheridan Kline yani Bölge Savcısı Sheridan Kline olarak kullanıldıysa oldukça anlamlı geliyor kulağa.

Hem hikayenin durumu hem de kullanılış şekli açıkça DA= District Attorney eşleşmesini gösterirken hem dilbilgisini hiçe sayan hem de hikayeye uymayan çevirinin sebebini ben İngilizce'ye yeteri kadar hakim olmamaya ve hikayenin geçtiği kültür ve senaryoya yabancılığa bağlıyorum. Hoş, yüzeysel bir polisiye diziler tecrübesi, ara ara CNBCE dizilerini alt yazılı seyretmiş olmak, bir kaç polisiye filmi orijinal dilinde izlemiş olmak bile yeterdi DA kısaltmasını District Attorney olarak çevirmeye.

Gelelim yönetici olarak çevirilen GOVERNOR kelimesine. Burada yine çeviri yaptığı dile ve o dilin kullanıldığı kültüre yabancılığın (ve acele çevirmek zorunda olmanın) nelere sebep verdiğini görüyoruz. Governor kelimesinin anlamları arasında yönetici de var, evet. Ama açıkça bu durumda kastedilen muğlak bir yöneticilik değil, eyalet valiliği konumu olan GOVERNOR. Yoksa odaya giren adamı tanıtırken muğlak bir ihtiras olarak idareci olmak istediğinden bahsetmenin ne anlamı var? Oysa ileride eyalet valisi olmak isteyen bölge başsavcısı çok daha makul değil mi?

Diyebilirsiniz ki, evet bu bariz bir çeviri hatasıdır ama üzerinde durmaya değer mi? Bir satırdaki ufak bir karışıklık olarak kalmaz mı?

Kalmaz. Bu bir satırda verilen bilgi potansiyel olarak Sheridan Kline karakterinden neler bekleyebileceğimiz hakkında ciddi bir uyarıdır. Şöyle ki:

Amerika Birleşik Devletleri'nde eyalet valileri seçimle iş başına gelirler. Valilik makamı senato ya da başkanlık seçimleri için bir egzersiz makamı olarak görülür. Valiler (ki burada New York eyaleti gibi en prestijli valilik makamlarından birinden söz ediliyor) sadece koca bir eyaletin en yüksek mülki amiri olmakla kalmazlar aynı zamanda politikada daha fazla yükselmek için de önleri açılır. Çekişmeli seçimler ile iş başına gelirler. Vali olmak için kabul gören özgeçmişler arasında bölge savcılığı da vardır. Başarılı, yüksek profilli davaları çözmüş baş savcılar seçimlerde bir adım öne geçebilirler.

İşte böyle bir durumda, valilik emelleri olan bir başsavcının davayı yerinden takip etmesi bize karakter hakkında çok şey anlatır ve ima eder

a) Kline ihtiraslı ve yükselme emelleri olan bir hukuk adamıdır.

b) Bu davayı yakından takip etmesi, bu davanın yüksek profilli, kamuoyunda ilgi çekecek bir dava olacağına inandığını gösterir.

c)Bu davayı ileride valilik seçimlerinde bir başarı öyküsü olarak anlatmak isteyecektir, o yüzden başarılı olmak için çok çalışacak, belki ortalığı karıştıracak, el altından işler görecektir

d)Kimbilir, belki de kendini daha iyi gösterecek sonucun çıkması için davayı etkilemeye bile çalışacaktır

Oysa çevrildiği haliyle muğlak idarecilik ihtirası olan bir ordu departmanı görevlisinin davaya dahlinden başka bir şey yok. Bir de tabi sonradan hiçbir yere gitmeyecek olan derin devlet iması var.

Görüldüğü gibi DA çevirisinin doğru yapılması ile yanlış yapılması arasında hikayenin geri kalanını okurken alınacak tat ve oluşacak beklentiler açısından çok büyük fark var. Fazla ipucu vermeden söyleyeyim ki Kline'ın bu davaya duyduğu ihtiras kahramanımız Gurney ile olan ilişkisini şekillendirecek. Yani yazdıklarım sadece faraziyeden ibaret değil.

Tüm bu iki harfin yanlış tercümesi çok kolaylıkla engellenebilirdi.

Eğer çevirmen çeviri yaptığı dile ve kültüre daha hakim olsaydı

Eğer çevirisini değerlendirip düzeltecek konuya ve kültüre hakim bir editör ile çalışsaydı

Eğer yayınevi çevirmene ve editörlük hizmetlerine yeterli yatırımı yapsa ve özeni gösterseydi.

Belki ortalama bir polisiyeden bahsediyoruz ama her şeye rağmen özenli bir çeviri beklemek hakkımız değil mi?

İlk Yazı

Merhaba

Son bir iki yılda okuma tempomu arttırdım. bir yandan yazarken bir yandan da diğer yaratıcı zihinlerden uzak kalmamak için, kendi alemime fazla gömülmemek için kimi zaman çok da seçici olmadan pek çoğu çeviri olan romanlara daldırdım kafamı. Ve kimi zaman öylesine özensiz çevirilere, kırk yıl düşünsem yapılacağı aklıma gelemyecek hatalara denk geldim ki...(Evet cümleyi nasıl bitireceğimi bilemediğim için üç nokta acil çıkışına sığındım, tekrar yapmayacağımın da garantisini veremem)


Okurken dikkatimi çeken, kimi zaman beni kitabın orijinalini bulup kontrol etmeye kadar götüren hataları sadece başımı sallayarak geçmemeye karar verdim. Denk geldikçe not düşecek, eğer elimden gelirse nasıl düzeltilebileceğini not düşeceğim.


Amacım ne? Çevirmenlere bir garezim mi var? Hem de nasıl zor şartlar altında yayıncılık yapan yayınevlerine bir tekme de ben mi vurmak istiyorum?

Bu retorik soruların her birine hayır cevabını verip bir açıklamaya girişeceğimi söylemeye gerek yok. Amacım şu: Çeviri o dilin edebiyatının tümüne ait bir kamu malıdır. Başka bir dildeki üretim ile aramızdaki köprüdür. Kötü çevirilere, özensiz çevirilere göz yummak ve adamakıllı bir düzenlemeden geçirmeden basmak  sadece eserin orijinaline saygısızlık değil aynı zamanda toplumun edebiyat zevkini de riske atan bir tutum.

Burada çevirilerinden örnekler vereceğim çevirmenler lütfen alınmasınlar. Nasıl zor şartlarda çalıştıklarını biliyorum. Üç kuruş paraya, çoğu zaman hak ettikleri parayı da zorla tahsil etmek kaydıyla çalıştıklarını, yetişilmesi zor teslim tarihleri yüzünden neler çektiklerini biliyorum. Yakından şahit oldum. Sayfası 6-7 TL'ye çeviri yaptıkları, tahsilat için aylarca yayınevinin kapısını aşındırdıkları için teslim ettikleri çevirileri aldıkları ücretin hakkaniyetli karşılığı olarak görüyor olabilirler. Ama ben de onlara diyorum ki, çevirmen olarak yaptığınız sadece sizin ve yayınevinin arasındaki bir kontratı yerine getirmek değil aynı zamanda edebiyat kültürüne yapılan bir amme hizmetidir. Sizin işinizin kalitesi tüm bu dilde okuma zevki arayanların edebiyatla ilişkisini etkiliyor. O yüzden, her ne kadar sıkıntınızı sonuna kadar anlıyor ve empati besleyerek ve tüm sempatimle sizi destekliyorsam da kimi çevirileri özensizlikleri ve hatalarıyla belgelemek de benim için edebiyata yapacağım mitevazi bir katkıdır. Eğer olur da bir çevirinizi eleştirdiğimi görürseniz umarım kırılmaz, darılmazsınız.


Elbette burada sadece çeviri hatalarına, özensiz çevirilere yer vermeyeceğim. Ne zaman özeniyle, incelikleriyle dikkat çeken bir çeviri örneğine rastlarsam, onları da olabildiğince övmeye çalışacağım. Ancak yayıncılık dünyamızın yayınevlerini zorladığı finansal şartlar pek çok çevirinin çok kısa zamanda ve yeterli editör desteği olmadan yayınlanmasına yol açıyor. Korkarım, kimi zaman absürdlüğe varan çeviri hataları ağır basacak bu güncede. Okuma zevkiniz daim olsun.