Monday, January 2, 2012

Saf ve Düşünceli Romancı 3: Merkez, aslında post-modern merkezkaç



Roman sanatı hakkında yazan pek çok romancı romanın açık ya da gizli merkezine dokunmadan edemez. Örnek: Milan Kundera Roman SAnatı’nda (s.18) “Bir romanın tek var olma nedeni, ancak bir romanın keşfedebileceği bir şeyi keşfetmektir. Hayatın o zamana dek bilinmeyen küçük bir kesitini keşfetmeyen roman ahlaka aykırıdır” der. İlk bakışta tam da bir varoluşçunun kaleminden çıkmaya layık görülebilecek olan tespit Kundera’nın roman karakterlerini sıklıkla bürüdüğü varoluşsal hezeyanların basit bir yansımasından ibaret değil.  Stilden, anlatılmaya layık hikayeden, anlatış yönteminden öteye gittiğine inandığı bir durum. Sadece romana ait olmasını istediği bir durum. Müstehzi bir anımda romancıların romana atfetmekten vazgeçemedikleri bu biricik pozisyonu yavrusunu uzaktan seyreden karganın haline benzetirdim. İnsan kendi eserini yüceltmek varken neden dursun? Burada bir romancılar komplosundan bahsetmiyorum (ah, ah, şu konuyu bile illumünatiye, masonlara falan bağlayabilecek kabiliyette olsam, Eco’nun son büyük karakteri Mösyö Simonnini gibi bir çırpıda sekiz komplo dizebilsem…). Olsa olsa romancının kendi mesleğine bağlılığının, sevgisinin ve çok yakınında durduğu şeyi doğal olarak biraz daha ağır, biraz daha hacimli, biraz daha mühim görmesidir romana biricik özellikler eklemek. Ama bu belki başka bir yazının konusu olabilir. Enine boyuna incelemek için. Şimdi varsayalım ki roman hakkında yazığında romanın merkezine seyahati mutlaka konu edinen yazarlar gerçekten de romanda bir merkez arıyor, buluyor, ve elbette kendileri yazarken de kah bilerek, planlayarak, kah bilmeden, tasarlamadan bir merkez de kendileri yerleştiriveriyorlar. Peki o zaman Orhan Pamuk’a gore nedir bu merkez?

Adil bir soru değil bu elbette. Çünkü daha ilk cümlede fazla sır vermeye niyetli olmadığını açık ediyor Orhan Pamuk Saf ve Düşünceli Romancı’da : (s.115) “Merkez, hayat hakkında derin bir görüş, bir çeşit sezgi, derindeki gerçek ya da hayali, esrarlı bir noktadır” diye başlıyor romanı roman yapan merkezden bahsetmeye. Romanı diğer edebi türlerden, mesela mesellerden, efsanelerden, ve anlaması biraz zor bir şekilde tiyatrodan ayıran özelliklerinin başında gelen merkez fikrini anlatmaya mümkün olan en esrarengiz tanımla başlıyor. Bu cümleyi okuyup da merkez’in herhangi bir şey olabileceğini düşünmemek mümkün mü? Bu noktada yine kılıcı kınına sokup Orhan Pamuk’a hakkını teslim etmek gerek. Orhan Pamuk’a gore zaten merkezi bu kadar cazibeli kılan şey bu denli esrarlı, ulaşılmaz oluşu. Hatta hemen iki sayfa sonra (s.117) “…merkezi, yani romanın asıl konusunu araştırmak, okura yüzeydeki ayrıntılardan çok daha önemli gözükür” diye yazarak bir yandan dozunu hemen hiç kaçırmadığı post-modern edebiyatçılığını da açığa çıkartarak merkezi aranıp bulunan bir yerden ya da objeden ziyade yazar ile okuru birleştiren ama aralarındaki bir çeşit gizeme dayanan mesafeyi de muhafaza eden bağ olarak tarif ediyor.

Bu tutumu mesela romana elde etmesi daha kolay olmayan ama pek açık seçik bir merkez reçeteleyen Kundera ile karşılaştırınca ne görüyoruz? Kundera için roman merkezi, varlığın merkezinden fazla uzak olamaz. Daha doğru bir ifadeyle, roman ancak varlıkla ilgili yeni bir keşifte bulunursa iyi romandır. O keşif zor olabilir, imkansız olabilir, acıtıcı olabilir, çirkin olabilir ama asla tamamen ulaşılmaz, esrarlı, yanar döner, hava cıva bir şey değildir. Oysa Orhan Pamuk (ve gıyabında pek çok post-modern romancı için) bilginin, keşfin tüm geri kalanı gibi merkez de esrarengiz, tariff edilmesi güç, her bakana farklı gözüken bir şeydir. Romancı bazan yazarken bilir merkezi, bazan yazarken keşfeder. Bazan plan yapar, bazan merkezi eninde sonunda keşfedeceğine inanarak çalakalem dalar yazma işine. Bunun karşılığında ise okur aslında merkezi keşfetmeyi istemez. Onu aramak ister. Ve aradıkça farklılaşan merkezlere doğru yönlendirilmek hoşuna gider. Orhan Pamuk’a gore iyi edebi roman (mesela polisiye ya da bilim kurgunun aksine) elini hemen açık etmeyen romandır. Merkezi her an okurun elini uzatıp tutacağını zannedeceği ama asla tutamayacağı (belki tam en sonda tutacağı) mesafede tutmalıdır.

Bana bu aslında merkezin de post-modern romancının elinde nasıl bir oyuncağa döndüğünü hatırlatıyor ilk olarak. Orhan Pamuk bana kalırsa, sadece hikayeyi, metafizikle, doğaüstüyle flörtü (ama asla tam teslim olmayışı), kullanması gibi romanı keşfeden olmaktan çıkartıp okurla yazar arasında bir saklambaç oyununa çevirmesinin yazılı itirafını sunuyor merkez’I tartışırken. Orhan Pamuk’u farklı kılan ise işte bu saklambaç oyununu her zaman dozunda oynamayı becermesi. Belki merkez’I anlatışından nasıl bir özenle merkezi kurgulamaya çalıştığını anlamak zor ama aynı zamanda yazarın kendi külliyatını da gözünün önüne getirince insan keyif almadan edemiyor.  Ama, yine de hatırlatmak lazım ki roman’ın merkezini de bu denli esrarengiz ve akıcı hale getirmek ayrı bir şey, bunu roman üstüne bir denemede sanki Kara Kitap’a yeni bir bölüm eklermiş gibi bir eda ile yazıya dökmek ayrı. Daha önceki iki yazıda da üstüne basa basa dertlendiğim gibi bu küçük kitabı okumak çok keyifli ama Orhan Pamuk’un romanı ve romancıalrı nasıl gördüğü haricinde pek aydınlatıcı değil.  Demem o ki, merkezi tartışırken kendi merkez bulma/yaratma yöntemine o denli sadık kalıyor ki Orhan Pamuk, yazı bittiğinde merkez her okura gore değişebilen bir şey, dahası her okurun zihninde beliren bir dizi esarlı kovalamacalardan ibaretmiş zannetmek işten bile değil. Bu esrar post-modern edebiyat eserini cazibeli kılan şey belki ama onun incelemesini de aynı derecede faydasız kılıyor. Eninde sonunda elimizde kalan her yazara gore değişen, hemen hemen her makul yazma yöntemine ayak uyduran, her okurun peşinde koştuğu, her okura göre değişen, çıkışını hikayeden, detaydan, karakterden, zamandan, kurgudan alabilen bir merkezden başkası değil. Aynı zamanda her şey, tek bir şey, ve bu kadar muğlaklaşınca kaçınılmaz olarak hiç bir şey.