Sunday, February 8, 2015

Bilimsel Tercüme Akademik Çeviri

Bu yazının konusu biraz farklı. Bu gün biraz, dilim döndüğünce, akademik tercüme konusundaki fikirlerimi yazacağım. Son zamanlarda kafamı kurcalayan bir konu ve kafamı kurcalayan şeyleri yazmak kafamda da daha derli toplu hale gelmelerine yardımcı oluyor. 

Fazla mı dramatize ettim? Eninde sonunda çeviriden bahsediyoruz değil mi? Ama biraz abartmadıktan sonra yazmanın ne anlamı var? Neyse sadede geleyim. Kafamı kurcalayan şey şu: Akademik tercümeyi akademisyenler mi daha iyi yapar yoksa mütercim tercümanlar mı? Bir başka deyişle bilimsel bir yayınımı tercüme ettirmek istersem kime gitmem daha iyi olur? 

Tercüme eninde sonunda profesyonel bir iş ve sıkı bir eğitimden geçmeniz gerek. İki dili iyi derecede okuyup yazabilmek iyi bir çevirmen olacağınız anlamına gelmiyor. Dolayısıyla her türlü çeviri işinde tercüme eğitimi ve geçmişi aramak için güçlü bir sebebimiz var. Akademik metinler şiir ya da roman gibi aynı zamanda sanat öğeleri de taşımadıkları için aradığımız temel özellik iyi bir mütercim tercümanlık bölümünden mezun olmak olabilir.

Öte yandan nasıl tercümanlık eğitimi almış olmak iyi bir edebiyat çevirmeni olacağınızı garanti etmiyorsa çevirmenlik okumuş olmak bilimsel bir yayını akademik stadnartlarda çevireceğiniz anlamına gelmiyor. Durum belki edebiyat eserlerinde olduğu kadar açık değil ama bence bir bilimsel yayını (makale, tez, proje raporu, vs) hakkıyla tercüme edebilmek için söz konusu bilimsel metin hangi disiplindeyse o araştırma alanı hakkında belli bir geçmişe sahip olmak önemli ve gerekli bir şart. (gerek ve yeter şart demek istedim vallahi). 

Neden böyle düşünüyorum? Bilimsel yayınlar çok sıkı standartlara göre yazılıyorlar. bilim insanları sadece sıkı bir terminoloji kullanmakla kalmıyor aynı zamanda düz metin üzerinde de belli özellikleri görmeyi arzu ediyorlar. Birinci tekil ve çoğul şahısın hangi durumda kabul göreceği, passive voice'un ne zaman kullanılabileceği gibi pek çok bilimsel yayınlara özgü alışkanlık ve gelenek var. Bu geleneklere uymayan metinler okuyana biraz garip ve yetersiz gelebiliyor. Yazıda geçen tüm bulgular yeterli olsa bile kötü bir çeviri bilimsel yayının hak ettiği kadar yüksek prestijli bir dergiye girmesine engel olabiliyor.

İşte bu yüzden belki de bilimsel çeviri tercüme konusunda uzman olmasa da o alanda iki dilde de yayın yapmış akademisyenelr ya da akademi geçmişi olan kişiler tarafından yapılmalı. 

Açıkçası kesin bir karar vermek zor. Bir yandan tercümenin gerektirdiği dile hakimiyet her akademisyenin sahip olmadığı bir özellik ancak öte yandan da bilimsel yayınların kendine has istekleri ve gelenekleri var. Belki de tek iyi çözüm akademisyen çevirmen bulup onu kullanmak.

Sunday, June 9, 2013

KPSS YGS LYS ÇIKMIŞ SORULAR

Bu yazıyı www.data-ist.com sitesinde derlenen çeşitli sınavlarda çıkmış soruların çözümleriyle birlikte verildiği sayfaları tanıtmak için yazıyorum. Faydalı bir kaynak olduğunu düşünüyorum. Bu sene sınavlara hazırlanan öğrenciler için birebir.


Sınavlarda daha önce çıkmış soruları tekrar etmek YGS LYS ve KPSS hazırlığında çok önemli bir yer tutar. Süratle hazırlanmış soru bankaları her ne kadar vazgeçilmez kaynaklar olsalar da sınavın gerçek seviyesini ve soru karakteristiklerini her zaman yeteri kadar iyi yansıtamazlar. Bu sebeple başka kaynakalrdan ne kadar iyi hazırlık yapılırsa yapılsın gerçek sınavlarda ne tip sorular çıktığını bilmek, sorulara aşina olmak YGS ve LYS hazırlığının çok önemli bir parçasıdır. Aşağıda çeşitli sınavlarda çıkmış soruların videolu ve metin tabanlı çözümlerini bulacaksınız. Umarım faydalanırsınız…

LYS 2012 Matematik Soruları ve Çözümleri

Aşağıda pek çok kaynaktan derlenmiş çözüm sayfaları ve çözüm videoları var. Bu kaynaklardan birisi mutlaka sizin için uygundur. İstediğiniz kaynağa göz atın ve diğer öğrencilere yardım etmek isterseniz video ve çözüm sayfaları ile ilgili yorumlarınızı yazmaktan çekinmeyin.

2012 Tarih Soru cevap ve Çözümleri (YGS LYS KPSS)

Wednesday, January 9, 2013

Pirina

http://pirina.data-ist.com

Geçen gün katı yakıtlarla ilgili sağa sola bakınıyordum. Çocukluğumdan hatırladığım zeytin küspesi'nin, yani pirinanın hala yakıt olarak kullanılıp kullanılmadığını merak etmiştim. Ve karşıma şu site çıktı: http://pirina.data-ist.com. Pirina ve pirinanın ne kadar da çevreci bir yakıt olduğunu duyurmaya adanmış bir site. Sade bir tasarımı var ve yazılar da ilgi çekici. Sağdan soldan copy paste edilip şişirilmemiş.

Yıllar sonra çocukken sobaya tuğla dizer gibi dizdiğim pirinanın artık ciddi bir sanayi kolu olduğunu öğrenmek hem güzel bir sürpriz oldu hem de iyi anıları canlandırdı.

Pirina'nın çok iyi yandığını hatırlardım sobada. Ama şimdi öğrendim ki yanma verimi iyi kalite linyitten bile daha yüksekmiş. Zeytin gerçekten mucize bir bitki doğrusu. Atığı bile pirina olarak en temiz ve çevreci yakıt olarak karşımıza çıkıyor. Tam bir etinden, sütünden, yününden durumu, meyvesinden, yağından, posasından yararlanıyoruz. Boşuna tanrıların bitkisi dememişler zeytine. 


Monday, January 2, 2012

Saf ve Düşünceli Romancı 3: Merkez, aslında post-modern merkezkaç



Roman sanatı hakkında yazan pek çok romancı romanın açık ya da gizli merkezine dokunmadan edemez. Örnek: Milan Kundera Roman SAnatı’nda (s.18) “Bir romanın tek var olma nedeni, ancak bir romanın keşfedebileceği bir şeyi keşfetmektir. Hayatın o zamana dek bilinmeyen küçük bir kesitini keşfetmeyen roman ahlaka aykırıdır” der. İlk bakışta tam da bir varoluşçunun kaleminden çıkmaya layık görülebilecek olan tespit Kundera’nın roman karakterlerini sıklıkla bürüdüğü varoluşsal hezeyanların basit bir yansımasından ibaret değil.  Stilden, anlatılmaya layık hikayeden, anlatış yönteminden öteye gittiğine inandığı bir durum. Sadece romana ait olmasını istediği bir durum. Müstehzi bir anımda romancıların romana atfetmekten vazgeçemedikleri bu biricik pozisyonu yavrusunu uzaktan seyreden karganın haline benzetirdim. İnsan kendi eserini yüceltmek varken neden dursun? Burada bir romancılar komplosundan bahsetmiyorum (ah, ah, şu konuyu bile illumünatiye, masonlara falan bağlayabilecek kabiliyette olsam, Eco’nun son büyük karakteri Mösyö Simonnini gibi bir çırpıda sekiz komplo dizebilsem…). Olsa olsa romancının kendi mesleğine bağlılığının, sevgisinin ve çok yakınında durduğu şeyi doğal olarak biraz daha ağır, biraz daha hacimli, biraz daha mühim görmesidir romana biricik özellikler eklemek. Ama bu belki başka bir yazının konusu olabilir. Enine boyuna incelemek için. Şimdi varsayalım ki roman hakkında yazığında romanın merkezine seyahati mutlaka konu edinen yazarlar gerçekten de romanda bir merkez arıyor, buluyor, ve elbette kendileri yazarken de kah bilerek, planlayarak, kah bilmeden, tasarlamadan bir merkez de kendileri yerleştiriveriyorlar. Peki o zaman Orhan Pamuk’a gore nedir bu merkez?

Adil bir soru değil bu elbette. Çünkü daha ilk cümlede fazla sır vermeye niyetli olmadığını açık ediyor Orhan Pamuk Saf ve Düşünceli Romancı’da : (s.115) “Merkez, hayat hakkında derin bir görüş, bir çeşit sezgi, derindeki gerçek ya da hayali, esrarlı bir noktadır” diye başlıyor romanı roman yapan merkezden bahsetmeye. Romanı diğer edebi türlerden, mesela mesellerden, efsanelerden, ve anlaması biraz zor bir şekilde tiyatrodan ayıran özelliklerinin başında gelen merkez fikrini anlatmaya mümkün olan en esrarengiz tanımla başlıyor. Bu cümleyi okuyup da merkez’in herhangi bir şey olabileceğini düşünmemek mümkün mü? Bu noktada yine kılıcı kınına sokup Orhan Pamuk’a hakkını teslim etmek gerek. Orhan Pamuk’a gore zaten merkezi bu kadar cazibeli kılan şey bu denli esrarlı, ulaşılmaz oluşu. Hatta hemen iki sayfa sonra (s.117) “…merkezi, yani romanın asıl konusunu araştırmak, okura yüzeydeki ayrıntılardan çok daha önemli gözükür” diye yazarak bir yandan dozunu hemen hiç kaçırmadığı post-modern edebiyatçılığını da açığa çıkartarak merkezi aranıp bulunan bir yerden ya da objeden ziyade yazar ile okuru birleştiren ama aralarındaki bir çeşit gizeme dayanan mesafeyi de muhafaza eden bağ olarak tarif ediyor.

Bu tutumu mesela romana elde etmesi daha kolay olmayan ama pek açık seçik bir merkez reçeteleyen Kundera ile karşılaştırınca ne görüyoruz? Kundera için roman merkezi, varlığın merkezinden fazla uzak olamaz. Daha doğru bir ifadeyle, roman ancak varlıkla ilgili yeni bir keşifte bulunursa iyi romandır. O keşif zor olabilir, imkansız olabilir, acıtıcı olabilir, çirkin olabilir ama asla tamamen ulaşılmaz, esrarlı, yanar döner, hava cıva bir şey değildir. Oysa Orhan Pamuk (ve gıyabında pek çok post-modern romancı için) bilginin, keşfin tüm geri kalanı gibi merkez de esrarengiz, tariff edilmesi güç, her bakana farklı gözüken bir şeydir. Romancı bazan yazarken bilir merkezi, bazan yazarken keşfeder. Bazan plan yapar, bazan merkezi eninde sonunda keşfedeceğine inanarak çalakalem dalar yazma işine. Bunun karşılığında ise okur aslında merkezi keşfetmeyi istemez. Onu aramak ister. Ve aradıkça farklılaşan merkezlere doğru yönlendirilmek hoşuna gider. Orhan Pamuk’a gore iyi edebi roman (mesela polisiye ya da bilim kurgunun aksine) elini hemen açık etmeyen romandır. Merkezi her an okurun elini uzatıp tutacağını zannedeceği ama asla tutamayacağı (belki tam en sonda tutacağı) mesafede tutmalıdır.

Bana bu aslında merkezin de post-modern romancının elinde nasıl bir oyuncağa döndüğünü hatırlatıyor ilk olarak. Orhan Pamuk bana kalırsa, sadece hikayeyi, metafizikle, doğaüstüyle flörtü (ama asla tam teslim olmayışı), kullanması gibi romanı keşfeden olmaktan çıkartıp okurla yazar arasında bir saklambaç oyununa çevirmesinin yazılı itirafını sunuyor merkez’I tartışırken. Orhan Pamuk’u farklı kılan ise işte bu saklambaç oyununu her zaman dozunda oynamayı becermesi. Belki merkez’I anlatışından nasıl bir özenle merkezi kurgulamaya çalıştığını anlamak zor ama aynı zamanda yazarın kendi külliyatını da gözünün önüne getirince insan keyif almadan edemiyor.  Ama, yine de hatırlatmak lazım ki roman’ın merkezini de bu denli esrarengiz ve akıcı hale getirmek ayrı bir şey, bunu roman üstüne bir denemede sanki Kara Kitap’a yeni bir bölüm eklermiş gibi bir eda ile yazıya dökmek ayrı. Daha önceki iki yazıda da üstüne basa basa dertlendiğim gibi bu küçük kitabı okumak çok keyifli ama Orhan Pamuk’un romanı ve romancıalrı nasıl gördüğü haricinde pek aydınlatıcı değil.  Demem o ki, merkezi tartışırken kendi merkez bulma/yaratma yöntemine o denli sadık kalıyor ki Orhan Pamuk, yazı bittiğinde merkez her okura gore değişebilen bir şey, dahası her okurun zihninde beliren bir dizi esarlı kovalamacalardan ibaretmiş zannetmek işten bile değil. Bu esrar post-modern edebiyat eserini cazibeli kılan şey belki ama onun incelemesini de aynı derecede faydasız kılıyor. Eninde sonunda elimizde kalan her yazara gore değişen, hemen hemen her makul yazma yöntemine ayak uyduran, her okurun peşinde koştuğu, her okura göre değişen, çıkışını hikayeden, detaydan, karakterden, zamandan, kurgudan alabilen bir merkezden başkası değil. Aynı zamanda her şey, tek bir şey, ve bu kadar muğlaklaşınca kaçınılmaz olarak hiç bir şey.

Sunday, December 4, 2011

Saf ve Düşünceli Romancı 2: Eleştiri var, eleştiri var


Önceki yazımda Orhan Pamuk'un Saf ve Düşünceli Romancı kitabında beni rahatsız eden konulardan birisine değinmiştim. Bu yazıda ise kitabın aldığı eleştiriler üzerinden nasıl bir litmus testi görevi gördüğünden bahsedeceğim. Doğal olarak öne sürdüğüm savların bir kısmı için kısmi bir destek gösterebilirken bir kısmı sadece izlenimlerden ibaret olacak.

Öncelikle kitabın batı, ama özellikle de Britanya basınında çok da iyi eleştiriler almadığını tespit edelim. Benim yaklaşık yarım saatlik bir uğraş ile ulaştığım kitap yorumlarının çoğu kimi önemli açılardan olumsuzdu. Çoğu eleştiri ağır bir jargon ile kıvraklığını yitirmediği ve eğlenceli bir okuma sunduğu için Orhan Pamuk'u tebrik ederken kitabı, roman sanatının incelenmesine yeni bir bakış açısı getirmekten uzak, kimi zaman aşırı tekrarlı ve dayandığı konuşmaları da Nobel ödüllü bir yazarın Harvard'da Norton serilerinde dile getirmeyeceği kadar beylik bulduklarını da vurgulamaktan kaçınmamışlar. Türk eleştirmenlerin çoğu ise kitabın roman sanatıyla kurduğu ilişkiden ziyade yazarının okurla kurduğu ilişkiye odaklanmış ve samimi dilinden ve hiç olmazsa Orhan Pamuk'un roman anlayışını açığa vurmasından dolayı pek beğenmişler. Gerek yerli olsun gerek yabancı, eleştirmenlerin kitabı beğenip beğenmemeleri bana sanki roman sanatı üstüne yazılmış önceki incelemelere ne kadar vakıf olduklarıyla çok ilişkiliymiş gibi geldi.

Şöyle ki: Kundera'nın, Eco'nun, Forster'in, ve Wood'unkiler gibi roman sanatı incelemelerine vakıf olan eleştirmenler kitabı salt bir yazarın roman yazma ve okuma pratiğine dair itirafları olarak görmemişler. Bence haklı olarak, bu kadar yüksek profilli bir romancının kaleminden biraz daha derin, biraz daha orijinal, biraz daha kapsamlı bir inceleme beklemişler. Bu beklentiyi iyice körükleyen şey ise kitabın dayandığı konuşmalar serisinin tarihçesi ve hitap ettiği topluluk. Kimilerine belki de fazla yüksek gelecek bu beklentiler karşılanmayınca da hayal kırıklığına uğramışlar. Bu arada kitabın İngiltere'de “Roman Yazarken ve Okurken Neler Olduğunu Anlamak” alt başlığı ile çıktığını ve iddialı amacın da beklentileri yukarı çekmiş olabileceğini hatırlatayım. Kitabın yazarının profili, kitabın kaynağı olan konuşmaların yapıldığı yer ve bağlam, ve dahi kitabın İngilizce baskısının adı bile okuru bu kitaptan “Ben böyle yazar, böyle okurum”dan öte bir şeyler beklemeye itiyor.

Öte yandan belki de roman sanatı üstüne yapılan incelemelere fazla kafa yormamış, ya da en azından Orhan Pamuk'un kitabını o incelemelerle aynı rafa koymayı düşünmediği için okurken de aklına getirmemiş eleştirmenler kitaba çok daha sıcak yaklaşmışlar. Bir kısmının donanımı hakkında Hiçbir bilgim olmadığı için yargıya varmaktan kaçınıyorum ama özellikle bloglarda takip ettiğim eleştirilerin büyük kısmı kitaba, Pamuk'un diyeceği şekilde, safça yaklaşmış. Önceki gruptaki eleştirmenler için ise kurmacanın kuramını da akıllarından çıkartmayan düşünceli eleştiriler yazmış diyebiliriz belki. Aynı ayrıma zannederim okuyanlar da tabi. Kitabı eğlenerek ve safça (saf'ı hangi anlamda kullandığımı açıklamam gerek yok sanırım) bir zevk alarak okuyanlar roman türünü terazinin bir kefesine Orhan Pamuk'un fikirlerini öteki kefeye koyup tartanlar değil de Orhan Pamuk'un iç dünyasına dair samimi ayrıntıları bulmaya çalışan ve sanki Pamuk külliyatının merkezini külliyatın dışında bir yerlerde yazarın kendisinden gelecek tüyoda arayanlar. Aksine, kitabı benim gibi zaman zaman beklentilerini karşılamayacak kadar sığ bulan, bu isimle ve böyle bir çıkış noktasından gelen bir kitapta daha fazlasını arayanlar ise akıllarından roman üstüne yapılmış önceki meşhur incelemeleri çıkartamayanlar galiba. Bu sınıfa dahil olanlar kitabı Orhan Pamuk'un bir romancı olarak başarısının bir uzantısı ya da sonucu olarak değil de onun roman sanatını kavrayışımıza katacağı yeniliği, belki önereceği yeni bir sentezi bekleyerek okumuş, aradığını bulamayınca da hayal kırıklığına uğramış olan okurlar olsa gerek.

Şimdi, okuduğum eleştirilerin arasında ön plana çıkan temaları kısaca özetleyeyim

a) Dağ, Fare Doğurdu : Bu gruba dahil olan eleştiriler beklentilerinin karşılanmadığından ve Nobel de dahil bir çok ödül kazanmış ve Norton konuşmalarına davet edilmiş bir yazardan daha fazlasını bekleyip de bulamamışlar. Bu hayal kırıklığının iki ana nedeni var. Birincisi bu kitapta roman sanatı üstüne kapsamlı bir kuram ya da deneme bulamamış olmak. İkincisi ise Orhan Pamuk'un detaylı incelemelerden çok aşırı genelleyici ve kimi zaman indirgemeci savları ortaya atıvermesi ama nadiren savunması.

b) Biz yerine Ben: Biraz fazla chicken translate havası seziliyor bu kategoride, biliyorum. Me instead of us yerine kullanıyorum. Bu eleştiri noktası da üsttekiyle ilintili. Orhan Pamuk'un arada sırada fazla genelleyici şekillere bürünmesi sadece argümanlarının içeriği ile değil yazma ve okuma sırasında kendine olanları evrensel kurallarmış gibi tüm okurlara ve belki daha fenası fazlaca bir destekleyici kanıtı olmaksızın tüm yazarlara atfetmesi. Ben aslında kitabı “Orhan Pamuk nasıl roman okur ve nasıl roman yazar?” sorusunun cevabı olarak okumaya gayet de razıyken Orhan Pamuk mütemadiyen kendi ruh hallerini hem okur hem de yazar evrenine teklifsizce sıvarken aslında kişisel bir tespitin ötesine geçip bir roman kuramına niyetleniyor. Bu ise kitaba biraz derinlemesine bakan eleştirmenlerin gözünden kaçmamış.

c)Yar bana bir yenilik: Bu kategoride ise Orhan Pamuk'un romana dair yeni bir bakış açısı getirememesinden yakınan eleştiriler var. Ben bu eleştiri noktasına kısmen katılıyorum sadece. Mesela Orhan Pamuk'un romanın merkezi ile roman karakteri ilişkisi üzerine yazdıkları neredeyse aynı haliyle Milan Kundera'nın Roman Sanatı adlı eserinin ilk bölümünde var. Öte yandan özellikle roman'da zaman olgusundan bahsederken kendi plancılığından ve anlatılmaya layık görülen anların nasıl seçilmesi gerektiğinden bahsederken çığır açmasa da en azından “zihin akışı” taraftarlarına ve karakteri olay örgüsünün belirleyicisi değil tamamlayıcısı, manzarayı doğru aktarabilmenin bir aracı olarak tarif ederken de karakteri hem roman zamanının hem de olay örgüsünün belirleyicisi konumuna yükselten (mesela Forster) kabul edile gelmiş roman mimarisine karşı çıkıyor ki bu bile bence tek başına övgüyü hak eden bir tutum. Benzeri bir plancılığın ve olay akışına verilen önemin izlerini Manzaradan Parçalar'ında paylaştığı roman-bölüm taslaklarında görmek mümkündü. Tek tek her bölümün numaralanıp tek cümleyle özetlendiği bir çizelgeyle karmakarışık ve esrarlı polisiye romanı yazarlarına yaraşır şekilde romanı organize etmek, tam da olay akışını merkeze alan bir yazarın yapacağı cinsten bir iş.

d) Akıcı ve eğlenceli: İstediği zaman akıcı ve eğlenceli olmak Pamuk'un zorlandığı bir alan değil. Masumiyet müzesinin akıp giden sade cümleleriyle hikayesini hem de nasıl etkileyici ve samimi bir şekilde anlattığını örnek olarak ileri sunmak yeterli zaten. En büyük yeteneklerinden birisi zaten anlattığı konunun ve aktarmaya çalıştığı hissiyatın talep ettiği üslubu bulup çıkarıvermesi değil mi? O yüzden görünürde roman üstüne bir deneme olan bu kitabın da zaman zaman sağlıklı bir Orhan Pamuk kurmacası tadı vermesi şaşırtıcı olmamalı. Özellikle de post-modern mambo jamboya hiç bulaşmadan, akademik jargon'dan özenle kaçınarak çok rahat okunan ama rahat okunduğu için de olduğundan daha donanımsız gözükmeyen bir kitap çıkartmış ortaya Orhan Pamuk.

e) Ustanı dinle çekirge: Bu gruba giren, haliyle olumlu, eleştiriler büyük bir ustanın romancı zihninin kıvrımlarında dolaşmanın zevkine ve eğiticiliğine değiniyor genelde. Okurların da yazarların da bu kitaptan öğreneceği çok şey olduğuna inanan eleştiriler de var. Yazar ve okur olarak Orhan Pamuk'u daha iyi tanımak için iyi bir eser bu belki ama buradaki pek çok özelliğini İstanbul ve Manzaradan Parçalar'da zaten görmedik mi? Bu ustaya övgü haksız değil belki ama biraz yersiz. Çünkü gerek tonuyla, gerek bağlamıyla, gerek Orhan Pamuk'un kelime tercihleriyle bu kitap bas bas bağırıyor sadece kendini anlatmaya yeltenmediğini. Ama Sezar'ın hakkı Sezar'a: Büyük bir romancının zihnine biraz da olsa nüfuz edebiliyoruz.

Son olarak, yaklaşık bir senedir okunan bu kitaba gelen eleştiriler gösteriyor ki Orhan Pamuk'a bu kitaptan dolayı vereceğimiz not kitabı kim için ve ne amaçla yazıldığına dair vereceğimiz kanaatle çok ilgili. Doğal olarak. Ama yukarıda bahsettiğim çeşitli sebepler (kaynak, tarihçe, isim seçimi, ve yazarın metindeki tonu) yüzünden ben bu minik kitabı sadece “Orhan Pamuk nasıl yazar, nasıl okur?” sorusu etrafında okuma ve değerlendirmenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Orhan Pamuk'un kendisi kitap içinde “herkesin de bilerek bilmeyerek böyle yaptığını hissettim” (s 61) diyerek kuramını tüm yazarlara mal ediyorsa benim ne haddime aksini söylemek?



Saturday, November 26, 2011

Saf ve Düşünceli Romancı 1: Saflık ve Düşüncelilik Üzerine


Blog’u açarken daha çok çevirilerden bahsedeceğimi düşünmüş (ve ilan etmiştim). Oysa zamanla yazmak istediklerim (başka raflarda yer bulamadığım şeyler) çeşitlendi. Elbette çeviri hakkında eleştiri yazabilmek için hem kitabı orijinal dilinde hem de çevrildiği dilde okumak gerekmesi de yavaşlattı beni. Okuyup da hakkında yazmak isteyeceğim bir iki kitabın İngilizce orijinallerine ucuza (beleşe e-book olarak) ulaşamayınca yan konularda da yazıp blog çayırını boş tutmayayım bari dedim. Şimdi ise, hiç olmazsa nasıl olsa edebiyatla ilgili yazacağım diye söz vermiş olmaya sığınıp beş bölümlük bir incelemeye başlıyorum. Özünde, inceleme Orhan pamuk’un son kitabı Saf ve Düşünceli Romancı üstüne olacak. Hem benim kritiğim, hem de okuduğum diğer kritiklere dayanacak bu inceleme ama amacım, eğer becerebilirsem, bunu aynı zamanda Orhan Pamuk’un romancılığı ve roman üzerine yazdıklarından yola çıkarak roman sanatı üstüne kısa bir denemeye çevirmek. Zevkle okunsun umuduyla!

Orhan Pamuk’un kitaplarında beni kendine en fazla çeken kimi zaman kusursuza yaklaşan hikaye anlatıcılığıydı. Değişik yöntemler denemekten korkmadan, tek bir anlatım tekniğine saplanmadan, anlatacağı hikayenin ruhuna uygun yöntemi arayıp çıkartmaya çalışması cazip kıldı Orhan Pamuk’u benim için. Kara Kitap, Benim Adım Kırmızı, Masumiyet Müzesi, Yeni Hayat (şimdi öne süreceğimi okusa Orhan Pamuk karşı çıkar büyük ihtimalle) arka planlarında ya da yazılışlarına yol açan ilhamın ardında ortak bir tema (doğu – batı çekişmesi/çatışması/sentezi/sentezlenememesi, Nobel komitesinin ödül duyurusunu falan koyun buraya işte) olsa da başka başka teknikler gerektiren birbirinden çok farklı hikayelerdi ve o birbirinden farklı anlatımları hep tek bir zihinde buldular. İşte bu yüzden Orhan Pamuk’un 2008’de Harvard’da verdiği Charles Eliot Norton seminerlerinin kitaba dönüştürülmüş halini belirli bir merakla bekledim. Kurmaca ve roman üstüne Orhan Pamuk’u farklı kılan kimi nüveleri göreceğimi umuyordum. Kitabı okuduktan sonra aradığımı bulamamakla kalmadım, iyiden iyiye Orhan Pamuk’un batıyla (ve batı edebiyatıyla) ilişkisini tam da batılı bir oryantalistin bekleyeceği şekilde kurduğuna ikna oldum.   

Sanırım işe önce kitabın adıyla, daha doğrusu kitaba adını veren ilhamla başlamak lazım. Saf ve Düşünceli Romancı Orhan pamuk’un kendine kulağa sempatik gelen bir sıfat giydirme çabası değil. Schiller’in şiiri ve şairleri incelediği (bunu yaparken de aslında insanları ve hayata yaklaşımlarını sınıflandırdığı) ünlü Über naive und sentimentalische Dichtung’una gönderme yapıyor. Kitabın ilk bölümünde Schiller’in şairleri nasıl saf ve sentimentalische (Türkçe’ye çevirmeme sebebimi iki satır sonra göreceksiniz) oalrak ikiye ayırdığını, saf şairin anlattığını nasıl sanki hiç kendinin farkında değilmiş, sanki zaten dile gelmesi gereken bir şeyi ortaya döken araçtan ibaretmiş gibi yazdığını ama buna karşın sentimentalische şairin hep yaratım süreciyle, kendi zihniyle ve yarattıklarıyla ilişkisinin farkında (ve bu farkında olma halinin sıkıntısını çeker halde) olduğunu anlatıyor. Ve diyor ki romancılar ve roman okurları, iki grup da, bu iki hal arasında gidip gelirler. Şiirler ve şairler biri veya diğeri olabilir ama romanlar, romancılar ve okurları ikisi birden olurlar çoğu zaman (sayfa 15-18). Müsaade edin tam burada ufak bir durak yapalım ve Orhan Pamuk’un sentimentalische kelimesini İngilizceye ve Türkçeye nasıl tercüme ettiğine bakalım.

Orhan Pamuk, eğer çok fena yanılmıyorsam, Norton seminerlerini İngilizce olarak verdi. O derslerde ve kitabın İngilizce baskısında sentimentalische’yi İngilizce’ye sentimental (duygusal) olarak çevirmesek daha iyi, en azından Schiller’in bahsettiği şey günlük anlamda algıladığımız şekliyle duygusallık değildir diyor ve reflective kelimesini kullanmayı öneriyor (yansıtan, ama aynı zamanda contemplative, yani düşünceli, kendi kendine bir şeyleri düşünüp anlamlandırmaya çalışan anlamına da geliyor ve sanırım Orhan Pamuk’un tercihine sebep olan anlamı da bu). Aynı şekilde Türkçe baskıda da sentimentalische kelimesinin asıl karşılığı duygusaldır ama ben düşünceli diyeceğim diyor. (s. 16) Birinci bölümün geri kalanı da işte bu saflık ve düşüncelilik arasında gidip gelmeler etrafında dönüyor.

Ancak ciddi bir hata yapıyor gibi Orhan Pamuk. Çünkü Schiller açık ve seçik bir şekilde saflık ve düşünceliliğin dünyaya bakmak için birbirinin anti-tezi iki yaklaşım sunduğunu iddia ediyor. Her iki halin özelliğini birden taşımak bir yana, bu iki hal arasında gidip gelmek bile imkansız Schiller için. Oysa Pamuk’a göre roman bu iki halin hem bir arada yaşadığı bir tür ve hem yazanın hem de okuyanın iki hal arasında gidip gelmeleriyle var oluyor. Bu kendi başına yanlış bir önerme olmayabilir ama eğer değilse o zaman Orhan Pamuk - Schiller’i sadece bir referans ya da muğlak bir ilham kaynağı olarak kullanmadığını varsayarsak eğer – bir anda şiir ve şiir yazmak ile roman ve roman yazıp okumak arasında (Schiller’in yazısının edebi eleştiriler alanındaki yerini ve önemini düşününce oldukça cesurca bir şekilde hem de) temel bir farka işaret etmiş oluyor. Ama, daha sonra romanı şiirden, efsanelerden, diğer tüm yazından ayırırken bundan hiç bahsetmeyecek bir daha. O halde Orhan Pamuk ya Schiller’i biraz sığ bir şekilde alıntılıyor ya da kendi saf ve düşünceli tanımlarına etkisi kabullenilmiş batılı bir referans olarak kullanmayı amaçlıyor. Zaten birinci bölüm geliştikçe anlıyoruz ki saf ve düşünceli terimleri Schiller’in kullandığı kadar keskin olarak kalmayacaklar, hatta bir süre (birkaç sayfa sonra yani) sonra aralarındaki fark iyice muğlaklaşacak. Dünyayı algılamayla ve onu yansıtmakla alakalı iki keskin felsefi tutum Orhan Pamuk’un elinde roman yazarken (ve okurken) yaşanan heyecan (saflık) ve huzursuzluğa (düşüncelilik) indirgenecek.

Bunu bir estetik tercih olarak geçiştirmek mümkün elbette. Yazara da, yarı akademik bir deneme yazarken dahi ilham alacak bir manevra alanı bırakmak gerek. Problemli gelen şey şu: Orhan Pamuk’un elinde Schiller’in insan tiplerinin siluetleri Schiller’in elinden çıktıkları keskin ve tipoloji kurmaya uygun keskinliklerini o kadar kaybediyorlar ki saf ve düşünceli kategorilerini anlatmak için artık Schiller’in unutulmaz eserini anmaya gerek dahi kalmıyor. O zaman da ister istemez insanın aklına iki ihtimal düşüyor : a) Orhan Pamuk Schiller’i biraz tersinden anlamış, hiç olmazsa yorumunda biraz fazla esnetmiştir. Ya da, b) Orhan Pamuk kendi roman kuramına dayanak olması için sağlam (ve batılı) bir kaynağa ihtiyaç duyduğu için Schiller’e yönelmiştir.

Benimkine benzer eleştirileri İngiliz Telegraf ve Wall Street Journal’da yayınlanan kitap eleştirilerinde de gördüm, ki kitabın nasıl tepkiler aldığını sonraki yazıda daha ayrıntılı inceleyeceğim. Şimdi ilk bölümü, biraz ani bir manevrayla olsa da, burada bitiriyorum. İkinci bölümde Orhan Pamuk’un batılı kaynaklarla ilişkisine ve kitaba gelen eleştirilere daha yakından bakacağım.

Monday, November 21, 2011

Kuzey Güney Kadınları: Sorunlu değil soruncu karakterler

Türkiye'de artan kadın düşmanlığından korkuyor musunuz? Daha 18 Kasım Cuma günü Radikal'in tam sayfa verdiği haberde üç şiddet mağduru kadının davasında iyi hal indiriminden yararlanan kocalar geçidi vardı. Duruşmadaki iyi hallerinden dolayı ceza indirimi aldılar. Herhalde diyorum mahkemede fazla kadınla etkileşim halinde olmadıklarındandır. Erkekler arasındayken melektir hepsi. Geçtiğimiz ay ise karısını sokağın ortasına döven kocaya müdahale eden üç Ankara üniversitesi asistanı savcılığa sevk edilir ve dayağa maruz kalan kadın başına gelecekleri önceden bilip de “Olay çıkacak, ne olur birilerine haber ver” diye kız kardeşini aradı diye hakkında soruşturma açılırken dayakçı koca “bana Müsaade, evde dövecek kadın var mı bi bakıp geleyim” diyerek olay yerinden uzaklaşıyordu.

Google'da koca dehşeti, kadına şiddet, dayak mağduru kadın gibi aramaların sadece son üç aya ait kaç sonuç verdiğini falan da iliştirebilirim bu yazıya ama sanmıyorum ki aklı başında hiç kimse kadına karşı artan şiddet konusunda ikna olmak için benim çabama ihtiyaç duysun.

Bu iç karartıcı girizgahın yazıyı götürmeye çalışacağı yer – her ne kadar başlı başına, bırakın yazıyı koca bir sosyal hareketi hak ediyorsa da – bariz şekilde misojinist yasalar veya her esneklik şansı olduğunda kadının karşısında yer alan savcı ve hakimler değil. Kadına yönelik artan şiddetin ve kadına karşı toplumsal tavrın bu derecede dejenere olmasının tezahürlerinden birisi, ve kim bilir belki sayısız tetikleyicilerinden birisi olan “kurmaca kadınlar”.

. Elbette, dizilerde kadınların nasıl anlatıldığı şu kadarcık bir etkisi olsa bile kadına yönelik şiddet için bir hafifletici sebep olamaz. Ama insan merak ediyor, kadınları sürekli (abartmayalım, sıklıkla) dalavereci, içten pazarlıklı ve sorun kaynağı olarak göstermek ve sanki sadece bu özellikleriyle varmışlar gibi tasvir etmek kadının nasıl algılandığına, hem de sadece erkekler değil kadınlar tarafından da nasıl görüldüğünü etkilemiyor mu? 3 Ocak 2011'de Ece Temelkuran'ın Behzat Ç. kritiği getirmişti aklıma ilk olarak. Neden son zamanlarda özellikle dizilerde ister başrol olsun, ister yan rollerde olsun kadınlar hep tek yönlüler? Üstelik senaryolarını kadınların yazdığı dizilerde bile böyle. Ama asıl problem az boyutluluk değil. Bize gösterilen boyutları da problemli kadınların. Problemli karakterler değiller her zaman ama pek çok defasında sorun kaynağılar. Anlatılmaya layık görülen tarafları hiç insanın kendiyle özdeşleştirmek isteyeceği gibi değil. Örnek verelim hadi:

Bu sezonun favori dizilerinden başlayalım. Kuzey Güney. Senaristleri Ece Yörenç ve Melek Gençoğlu . İki kadın yani. Peki dizideki kadınlar nasıllar?

Cemre: Kezbanın önde gideni. Neredeyse hiç bir kendini bilen kadının özeneceği bir tarafı yok. Özgüveni sıfırın altında. Tek dişe dokunur hamlesi, o da artık pis kokular dayanılmaz hale geldiğinde, çekim stüdyosunu basıp çevirilen katakullileri ucundan yakalamak.

Banu: En azından ne istediğini biliyor. Ama istediğini elde edebilmek için, sırf bunu yapabileceği için, kariyeri belki de bir reklam çekiminin ipliğine bağlı duran bir genç kızı heba etmekte bir beis görmeyecek kadar da canavar.

Simay: Dalaverecinin dik alası. Her birisi ayrı ayrı sorun kaynağı olan kadınların arasında bile sırıtacak kadar hem de. Bir telefon konuşmasında kırk iki yalan sıralayıp ortamı ateşe verecek tıynette.

Kuzey ve Güney'imizin annesi Handan teyze: Teyze dedim ama içim el vermedi pek. O da içten pazarlıklığıyla fark yaratıyor. Oğullarını çeşitli duygu sömürüleri ile sevk ve idare etmek konusunda yetenekli. Sanmıyorum ki kimse gerçekten oğullarının mürüvvetini istediğine inanmıyor.

Kezban anası Gülten: Onu matmazel olarak bildik. Şimdi ise tek kişilik kezban yetiştirme enstitüsü gibi çalışan bir bekar anne. Ama hakkını yemeyelim, en sağlam omurga onda. Cemre'nin kezbanlığından sorumlu belki ama en azından Cemre'nin iyiliği için çabalıyor kendince. Yanyollardaki pozisyonuna rağmen en ilginç dişi karakter. Bunda senaryo tercihleri kadar ona hayat veren Zerrin Tekindor'un da payı var kuşkusuz.

Kabul ediyorum. Biraz karikatürize ederek tasvir ettim KG kadınlarını. Ama sadece azıcık.

Ana erkek karakterlerin hemen tamamı derin problemleri olan yaralı ruhlar. Kuzey de Güney de, babaları da hep onları zaman zaman kötülüğe itecek kadar problemliler. Ama onların problemleri çözülmek için, değişmek için, evrilmek için var. Kadınlar ise sorunlu değil, sorun çıkarıcılar. Sanki tek yazılıp senaryoya konma amaçları erkek karakterlerin yoluna envai çeşit kasis, kaya, hendek, sur, ateş duvarı koymak. Ve bunun için de kadın karakterleri sadece birer sorun çıkartıcı olarak görüyoruz. Etrafından dolaşılacak, üstünden atlanacak, bir tokatla devrilecek engeller, bir tarafımıza batan dikenler, huzur kışkışçıları. Şu ana kadar başka bir fonksiyonları olmadığı için de bu monokromatic tasvirle yetiniyoruz KG kadınlarını tanırken.

Belki daha başka örnekler de bulabilirim yakın zaman dizilerinden. Özellikle son iki sezonunda Yaprak Dökümü'nün Necla'sının büründüğü halden, Hayriye hanımın dizi boyunca şaşmayan tasvirinden bahsedebilirim.

Ve elbette bu yazıdaki genellemelere aykırı örnekler de var. benim ilgimi çeken 2000'lerde giderek yaygınlaşan bir trend. İstisnai örnekler dışında mesela Asmalı Konak'ın çok boyutlu kadınları pek yok televizyonda. İster bir semptom olarak alalım bunu, ister bir öncül.