Roman sanatı hakkında yazan pek çok romancı romanın açık ya
da gizli merkezine dokunmadan edemez. Örnek: Milan Kundera Roman SAnatı’nda
(s.18) “Bir romanın tek var olma nedeni, ancak bir romanın keşfedebileceği bir
şeyi keşfetmektir. Hayatın o zamana dek bilinmeyen küçük bir kesitini
keşfetmeyen roman ahlaka aykırıdır” der. İlk bakışta tam da bir varoluşçunun
kaleminden çıkmaya layık görülebilecek olan tespit Kundera’nın roman
karakterlerini sıklıkla bürüdüğü varoluşsal hezeyanların basit bir
yansımasından ibaret değil. Stilden,
anlatılmaya layık hikayeden, anlatış yönteminden öteye gittiğine inandığı bir
durum. Sadece romana ait olmasını istediği bir durum. Müstehzi bir anımda
romancıların romana atfetmekten vazgeçemedikleri bu biricik pozisyonu yavrusunu
uzaktan seyreden karganın haline benzetirdim. İnsan kendi eserini yüceltmek
varken neden dursun? Burada bir romancılar komplosundan bahsetmiyorum (ah, ah,
şu konuyu bile illumünatiye, masonlara falan bağlayabilecek kabiliyette olsam, Eco’nun
son büyük karakteri Mösyö Simonnini gibi bir çırpıda sekiz komplo dizebilsem…).
Olsa olsa romancının kendi mesleğine bağlılığının, sevgisinin ve çok yakınında
durduğu şeyi doğal olarak biraz daha ağır, biraz daha hacimli, biraz daha mühim
görmesidir romana biricik özellikler eklemek. Ama bu belki başka bir yazının
konusu olabilir. Enine boyuna incelemek için. Şimdi varsayalım ki roman
hakkında yazığında romanın merkezine seyahati mutlaka konu edinen yazarlar
gerçekten de romanda bir merkez arıyor, buluyor, ve elbette kendileri yazarken
de kah bilerek, planlayarak, kah bilmeden, tasarlamadan bir merkez de kendileri
yerleştiriveriyorlar. Peki o zaman Orhan Pamuk’a gore nedir bu merkez?
Adil bir soru değil bu elbette. Çünkü daha ilk cümlede fazla
sır vermeye niyetli olmadığını açık ediyor Orhan Pamuk Saf ve Düşünceli Romancı’da
: (s.115) “Merkez, hayat hakkında derin bir görüş, bir çeşit sezgi, derindeki
gerçek ya da hayali, esrarlı bir noktadır” diye başlıyor romanı roman yapan
merkezden bahsetmeye. Romanı diğer edebi türlerden, mesela mesellerden,
efsanelerden, ve anlaması biraz zor bir şekilde tiyatrodan ayıran
özelliklerinin başında gelen merkez fikrini anlatmaya mümkün olan en esrarengiz
tanımla başlıyor. Bu cümleyi okuyup da merkez’in herhangi bir şey olabileceğini
düşünmemek mümkün mü? Bu noktada yine kılıcı kınına sokup Orhan Pamuk’a hakkını
teslim etmek gerek. Orhan Pamuk’a gore zaten merkezi bu kadar cazibeli kılan
şey bu denli esrarlı, ulaşılmaz oluşu. Hatta hemen iki sayfa sonra (s.117) “…merkezi,
yani romanın asıl konusunu araştırmak, okura yüzeydeki ayrıntılardan çok daha
önemli gözükür” diye yazarak bir yandan dozunu hemen hiç kaçırmadığı
post-modern edebiyatçılığını da açığa çıkartarak merkezi aranıp bulunan bir
yerden ya da objeden ziyade yazar ile okuru birleştiren ama aralarındaki bir
çeşit gizeme dayanan mesafeyi de muhafaza eden bağ olarak tarif ediyor.
Bu tutumu mesela romana elde etmesi daha kolay olmayan ama
pek açık seçik bir merkez reçeteleyen Kundera ile karşılaştırınca ne görüyoruz?
Kundera için roman merkezi, varlığın merkezinden fazla uzak olamaz. Daha doğru
bir ifadeyle, roman ancak varlıkla ilgili yeni bir keşifte bulunursa iyi
romandır. O keşif zor olabilir, imkansız olabilir, acıtıcı olabilir, çirkin
olabilir ama asla tamamen ulaşılmaz, esrarlı, yanar döner, hava cıva bir şey
değildir. Oysa Orhan Pamuk (ve gıyabında pek çok post-modern romancı için)
bilginin, keşfin tüm geri kalanı gibi merkez de esrarengiz, tariff edilmesi
güç, her bakana farklı gözüken bir şeydir. Romancı bazan yazarken bilir
merkezi, bazan yazarken keşfeder. Bazan plan yapar, bazan merkezi eninde
sonunda keşfedeceğine inanarak çalakalem dalar yazma işine. Bunun karşılığında
ise okur aslında merkezi keşfetmeyi istemez. Onu aramak ister. Ve aradıkça
farklılaşan merkezlere doğru yönlendirilmek hoşuna gider. Orhan Pamuk’a gore iyi
edebi roman (mesela polisiye ya da bilim kurgunun aksine) elini hemen açık
etmeyen romandır. Merkezi her an okurun elini uzatıp tutacağını zannedeceği ama
asla tutamayacağı (belki tam en sonda tutacağı) mesafede tutmalıdır.
Bana bu aslında merkezin de post-modern romancının elinde
nasıl bir oyuncağa döndüğünü hatırlatıyor ilk olarak. Orhan Pamuk bana kalırsa,
sadece hikayeyi, metafizikle, doğaüstüyle flörtü (ama asla tam teslim olmayışı),
kullanması gibi romanı keşfeden olmaktan çıkartıp okurla yazar arasında bir
saklambaç oyununa çevirmesinin yazılı itirafını sunuyor merkez’I tartışırken.
Orhan Pamuk’u farklı kılan ise işte bu saklambaç oyununu her zaman dozunda
oynamayı becermesi. Belki merkez’I anlatışından nasıl bir özenle merkezi
kurgulamaya çalıştığını anlamak zor ama aynı zamanda yazarın kendi külliyatını
da gözünün önüne getirince insan keyif almadan edemiyor. Ama, yine de hatırlatmak lazım ki roman’ın
merkezini de bu denli esrarengiz ve akıcı hale getirmek ayrı bir şey, bunu roman
üstüne bir denemede sanki Kara Kitap’a yeni bir bölüm eklermiş gibi bir eda ile
yazıya dökmek ayrı. Daha önceki iki yazıda da üstüne basa basa dertlendiğim
gibi bu küçük kitabı okumak çok keyifli ama Orhan Pamuk’un romanı ve
romancıalrı nasıl gördüğü haricinde pek aydınlatıcı değil. Demem o ki, merkezi tartışırken kendi merkez
bulma/yaratma yöntemine o denli sadık kalıyor ki Orhan Pamuk, yazı bittiğinde
merkez her okura gore değişebilen bir şey, dahası her okurun zihninde beliren
bir dizi esarlı kovalamacalardan ibaretmiş zannetmek işten bile değil. Bu esrar
post-modern edebiyat eserini cazibeli kılan şey belki ama onun incelemesini de
aynı derecede faydasız kılıyor. Eninde sonunda elimizde kalan her yazara gore değişen,
hemen hemen her makul yazma yöntemine ayak uyduran, her okurun peşinde koştuğu,
her okura göre değişen, çıkışını hikayeden, detaydan, karakterden, zamandan,
kurgudan alabilen bir merkezden başkası değil. Aynı zamanda her şey, tek bir
şey, ve bu kadar muğlaklaşınca kaçınılmaz olarak hiç bir şey.
No comments:
Post a Comment