Blog’u açarken
daha çok çevirilerden bahsedeceğimi düşünmüş (ve ilan etmiştim). Oysa zamanla
yazmak istediklerim (başka raflarda yer bulamadığım şeyler) çeşitlendi. Elbette
çeviri hakkında eleştiri yazabilmek için hem kitabı orijinal dilinde hem de
çevrildiği dilde okumak gerekmesi de yavaşlattı beni. Okuyup da hakkında yazmak
isteyeceğim bir iki kitabın İngilizce orijinallerine ucuza (beleşe e-book
olarak) ulaşamayınca yan konularda da yazıp blog çayırını boş tutmayayım bari
dedim. Şimdi ise, hiç olmazsa nasıl olsa edebiyatla ilgili yazacağım diye söz
vermiş olmaya sığınıp beş bölümlük bir incelemeye başlıyorum. Özünde, inceleme
Orhan pamuk’un son kitabı Saf ve Düşünceli Romancı üstüne olacak. Hem benim
kritiğim, hem de okuduğum diğer kritiklere dayanacak bu inceleme ama amacım,
eğer becerebilirsem, bunu aynı zamanda Orhan Pamuk’un romancılığı ve roman
üzerine yazdıklarından yola çıkarak roman sanatı üstüne kısa bir denemeye
çevirmek. Zevkle okunsun umuduyla!
Orhan Pamuk’un
kitaplarında beni kendine en fazla çeken kimi zaman kusursuza yaklaşan hikaye
anlatıcılığıydı. Değişik yöntemler denemekten korkmadan, tek bir anlatım
tekniğine saplanmadan, anlatacağı hikayenin ruhuna uygun yöntemi arayıp
çıkartmaya çalışması cazip kıldı Orhan Pamuk’u benim için. Kara Kitap, Benim
Adım Kırmızı, Masumiyet Müzesi, Yeni Hayat (şimdi öne süreceğimi okusa Orhan
Pamuk karşı çıkar büyük ihtimalle) arka planlarında ya da yazılışlarına yol
açan ilhamın ardında ortak bir tema (doğu – batı
çekişmesi/çatışması/sentezi/sentezlenememesi, Nobel komitesinin ödül duyurusunu
falan koyun buraya işte) olsa da başka başka teknikler gerektiren birbirinden
çok farklı hikayelerdi ve o birbirinden farklı anlatımları hep tek bir zihinde
buldular. İşte bu yüzden Orhan Pamuk’un 2008’de Harvard’da verdiği Charles
Eliot Norton seminerlerinin kitaba dönüştürülmüş halini belirli bir merakla
bekledim. Kurmaca ve roman üstüne Orhan Pamuk’u farklı kılan kimi nüveleri
göreceğimi umuyordum. Kitabı okuduktan sonra aradığımı bulamamakla kalmadım,
iyiden iyiye Orhan Pamuk’un batıyla (ve batı edebiyatıyla) ilişkisini tam da
batılı bir oryantalistin bekleyeceği şekilde kurduğuna ikna oldum.
Sanırım işe önce
kitabın adıyla, daha doğrusu kitaba adını veren ilhamla başlamak lazım. Saf ve
Düşünceli Romancı Orhan pamuk’un kendine kulağa sempatik gelen bir sıfat
giydirme çabası değil. Schiller’in şiiri ve şairleri incelediği (bunu yaparken
de aslında insanları ve hayata yaklaşımlarını sınıflandırdığı) ünlü Über naive
und sentimentalische Dichtung’una gönderme yapıyor. Kitabın ilk bölümünde
Schiller’in şairleri nasıl saf ve sentimentalische (Türkçe’ye çevirmeme
sebebimi iki satır sonra göreceksiniz) oalrak ikiye ayırdığını, saf şairin
anlattığını nasıl sanki hiç kendinin farkında değilmiş, sanki zaten dile
gelmesi gereken bir şeyi ortaya döken araçtan ibaretmiş gibi yazdığını ama buna
karşın sentimentalische şairin hep yaratım süreciyle, kendi zihniyle ve
yarattıklarıyla ilişkisinin farkında (ve bu farkında olma halinin sıkıntısını
çeker halde) olduğunu anlatıyor. Ve diyor ki romancılar ve roman okurları, iki
grup da, bu iki hal arasında gidip gelirler. Şiirler ve şairler biri veya
diğeri olabilir ama romanlar, romancılar ve okurları ikisi birden olurlar çoğu
zaman (sayfa 15-18). Müsaade edin tam burada ufak bir durak yapalım ve Orhan
Pamuk’un sentimentalische kelimesini İngilizceye ve Türkçeye nasıl tercüme
ettiğine bakalım.
Orhan Pamuk, eğer
çok fena yanılmıyorsam, Norton seminerlerini İngilizce olarak verdi. O
derslerde ve kitabın İngilizce baskısında sentimentalische’yi İngilizce’ye
sentimental (duygusal) olarak çevirmesek daha iyi, en azından Schiller’in
bahsettiği şey günlük anlamda algıladığımız şekliyle duygusallık değildir diyor
ve reflective kelimesini kullanmayı öneriyor (yansıtan, ama aynı zamanda
contemplative, yani düşünceli, kendi kendine bir şeyleri düşünüp
anlamlandırmaya çalışan anlamına da geliyor ve sanırım Orhan Pamuk’un tercihine
sebep olan anlamı da bu). Aynı şekilde Türkçe baskıda da sentimentalische
kelimesinin asıl karşılığı duygusaldır ama ben düşünceli diyeceğim diyor. (s.
16) Birinci bölümün geri kalanı da işte bu saflık ve düşüncelilik arasında
gidip gelmeler etrafında dönüyor.
Ancak ciddi bir
hata yapıyor gibi Orhan Pamuk. Çünkü Schiller açık ve seçik bir şekilde saflık
ve düşünceliliğin dünyaya bakmak için birbirinin anti-tezi iki yaklaşım
sunduğunu iddia ediyor. Her iki halin özelliğini birden taşımak bir yana, bu
iki hal arasında gidip gelmek bile imkansız Schiller için. Oysa Pamuk’a göre
roman bu iki halin hem bir arada yaşadığı bir tür ve hem yazanın hem de
okuyanın iki hal arasında gidip gelmeleriyle var oluyor. Bu kendi başına yanlış
bir önerme olmayabilir ama eğer değilse o zaman Orhan Pamuk - Schiller’i sadece
bir referans ya da muğlak bir ilham kaynağı olarak kullanmadığını varsayarsak
eğer – bir anda şiir ve şiir yazmak ile roman ve roman yazıp okumak arasında
(Schiller’in yazısının edebi eleştiriler alanındaki yerini ve önemini düşününce
oldukça cesurca bir şekilde hem de) temel bir farka işaret etmiş oluyor. Ama,
daha sonra romanı şiirden, efsanelerden, diğer tüm yazından ayırırken bundan
hiç bahsetmeyecek bir daha. O halde Orhan Pamuk ya Schiller’i biraz sığ bir
şekilde alıntılıyor ya da kendi saf ve düşünceli tanımlarına etkisi
kabullenilmiş batılı bir referans olarak kullanmayı amaçlıyor. Zaten birinci
bölüm geliştikçe anlıyoruz ki saf ve düşünceli terimleri Schiller’in kullandığı
kadar keskin olarak kalmayacaklar, hatta bir süre (birkaç sayfa sonra yani)
sonra aralarındaki fark iyice muğlaklaşacak. Dünyayı algılamayla ve onu yansıtmakla
alakalı iki keskin felsefi tutum Orhan Pamuk’un elinde roman yazarken (ve
okurken) yaşanan heyecan (saflık) ve huzursuzluğa (düşüncelilik) indirgenecek.
Bunu bir estetik
tercih olarak geçiştirmek mümkün elbette. Yazara da, yarı akademik bir deneme
yazarken dahi ilham alacak bir manevra alanı bırakmak gerek. Problemli gelen
şey şu: Orhan Pamuk’un elinde Schiller’in insan tiplerinin siluetleri
Schiller’in elinden çıktıkları keskin ve tipoloji kurmaya uygun keskinliklerini
o kadar kaybediyorlar ki saf ve düşünceli kategorilerini anlatmak için artık
Schiller’in unutulmaz eserini anmaya gerek dahi kalmıyor. O zaman da ister
istemez insanın aklına iki ihtimal düşüyor : a) Orhan Pamuk Schiller’i biraz
tersinden anlamış, hiç olmazsa yorumunda biraz fazla esnetmiştir. Ya da, b)
Orhan Pamuk kendi roman kuramına dayanak olması için sağlam (ve batılı) bir
kaynağa ihtiyaç duyduğu için Schiller’e yönelmiştir.
Benimkine benzer
eleştirileri İngiliz Telegraf ve Wall Street Journal’da yayınlanan kitap
eleştirilerinde de gördüm, ki kitabın nasıl tepkiler aldığını sonraki yazıda
daha ayrıntılı inceleyeceğim. Şimdi ilk bölümü, biraz ani bir manevrayla olsa
da, burada bitiriyorum. İkinci bölümde Orhan Pamuk’un batılı kaynaklarla
ilişkisine ve kitaba gelen eleştirilere daha yakından bakacağım.
Yaptığınız kritik için küçük bir eleştiride bulunmak istiyorum. Yazdıklarınıza bir noktaya kadar katılıyorum,ancak en sonunda iki tane görüşünüzü belirtmişsiniz bu noktada birşeyler söylemek istiyorum. Orhan Pamuk kitabın başında da belirttiği gibi Schiller'in görüşünü sadece ismen almış.. Onun için bu sadece bir fikir olmuş,bunu da açıkça belirtmiş. Bunun yanında da bu kitabı paylaşım amaçlı yazdığını açık bir şekilde belirtmiş. Bu kitabın akademik olan tek yanı yazarın Norton derslerinde anlattıklarını içermesidir. Bu kitap herkes için herkesin anlayabileceği şekilde yazılmıştır. Yazarın da dediği gibi onun meslek sırlarıdır. Eğer akademik bir makale olsaydı; bu şekilde yayınlanmayacağını düşünüyorum.
ReplyDelete